Tayyib ATMACA
BESTAMİ YAZGAN
Bıyıklarım henüz terlemeye başladığı bir zaman durağına doğru yolculuk yaparak bir dost, arkadaş, ağabey ile şiir yolculuğu hatıratları arasında gezerek anlatacağım Bestami Yazgan ağabeyi.
Dostluk, kardeşlik, arkadaşlık öyle birden bire oluşan bir duygu birlikteliği değil aksine yılları yılların üstüne ekleyerek pekiştirilen varlığından hoşnut olunan, yokluğunda derin hüzünlere kapı aralayan, pencere açan erdem evinin baş konuğudur.
Bir simidi bölüşmek, bir bardak çayı birlikte içmek hatta bir elmayı bir senin bir de onun ısırmasının adıdır dostluk.
Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiirle hesaplamaya çılıştığı yaşın yarısını geçeli bir yıl olmuş. Ortasında da değiliz ömrün. Artık yapraklarımız sararmaya başladı, hatta bir taraftan sararanların uçmaya başladıklarını görüyorum.
Şimdi yerinde yeller esen Osmaniye Merket Ortaokulu’nun müsamere salonunda bir şiir sergisi var. Şiirin de sergisi olur mu demeyin. Biz o zaman yaptık oldu, aradan iki yıl geçtikten sonra tekrar yaptık yine oldu ama ondan sonra da bir başka şerde şiir sergisi olduğunu duymadım.
İşte bu şiir sergisinde ilk defa tanıdım Bestami ağabeyi. Daha doğrusu benden önce o beni keşfetmiş. Kendisi çiçeği burnunda bir edebiyat öğretmeni bense şiir için kendini paralayan oradan oraya koşan, sergide sergilenen şiirleri eleştiren, yaşına başına bakmadan şiirlerin kritiğini yapmaya çalışan toy bir delikanlı. Orada benimle yor arkadaşlığı yapacağına dair izlenimler edinmiş, daha doğrusu gönül köşkünde bana bir yer ayırmış ve ben bu yere oturmak için onun gözlerindeki ışık, yüreğindeki samimi daveti görmekte biraz geç kalmışım.
İlk şiir sergisine 12 şair katılmış ve Bestami abi bu şairlerin içinde yerini alamamıştı. İkinci sergiye 44 şair katılmış, bu sefer aramızda Bestami ağabey de vardı. Sergiden birkaç hafta sonra Osmaniye Atatürk İlkokulu Müsamere Salonunda yapmış olduğumuz bir toplantıda bir daha sergi yapacağımıza dergi çıkaralım fikrini ortaya attığım hatırlıyorum ve o zamanlar aramızda olan rahmetli A. Neşet Dinçer, Ahmet Vefa Eray, Salih Sefa Yazar, Veli Aba haricinde hâlâ yerin yüzünde olan, Mehmet Avşar, Reşat Gürel, Ali Sönmez, Mustafa Bardak, Mahmut Zeren Kaya ve adı aklıma gelmeyen şairler topluluğu ile dergi ismi tartışırken Güneysu fikri birden bire gündemimize oturuyor.
Osmaniye o zamanlar Adana’nın bir ilçesi ve aramızda da o zamanın şair kaymakamı Cengiz Kentli var. Güneysu 1984 yılında taşra imkanlarıyla edebiyat dergileri arasında yerini alıyor.
Ben inşaat boya ustalığı yapıyorum, Bestami ağabey Kız Meslek Lisesinde edebiyat öğretmeni. Öğlen istirahatinde ya da akşam iş çıkışında kurşun harflerle dizilen dergi sayfalarını okuyor, Bestami ağabeyin elinde bir cımbız ben hurufat kasasında istedi harfi buluyorum o da kalıptaki yanlış konulan harfi çekip yerine doğru harfi yerleştiriyor yani anlayacağınız tashihi böyle yapıyoruz.
Yıllar yılları kovalıyor, gündüzler bize yetmediği gibi bir de akşam iki odalı evinde günün dökümünü yapıyoruz. Gecelerimize çekildikten sonra da yeni bir şiir yazmışsak saata bile bakmadan arayıp birbirimize okuyoruz.
İş çıkışında daha çok Karaoğlanoğlu parkına oturur eve gideceğimiz zaman da ya yolun yarısına kadar ben kendisini ya da kendisi beni uğurlardı. Eski model mobilet ile geldiği zamanlarda ise en az üç dakika moturu çalıştırmaya çalışır, çalıştıramadığı zaman da kendisi biner ben arkadan mobileti itekler çalıştırdığında ise bir taraftan firene basar bir taraftan da gaz verirdi ki motor stop etmesin. Hızlıca koşar motora atlar beni eve kadar bırakır ondan sonra da kendi evine giderdi.
Güneysu Dergisinin 45 sayı yükünü birlikte paylaştık. Şiire bakış açımız değişti. Daha doğrusu rahmetli Dilaver Cebeci ağabey’in tabiriyle “elinde kılıcı” hiç düşürmüyordu. Birbirimizi eleştire eleştire yanlışlarımızı, eksikliklerimizi gidermeye çalıştık. İkimiz de artık fidanlıktan çıkmış yeni yeni çınar olmaya başlamıştık. Baktık ki birbirimize gölgemiz düşecek, büyümemiz yavaşlayacak o zamanın şartları belki de bunu gerektiriyordu. O Güneysu ile yoluna bense Kırağı ile kendi yoluma koyuldum. Bu ayrılık hiçbir zaman gönül ayrılığı olmadı. Takdiri İlahi böyle görmüş buna da şükür dedik.
Yıllar yılları kovaladı, aynı şehirde İstanbul üzerine hayeller kuruş, kendisi İstanbulda ben Osmaniye’de yaşıyormuşum gibi birbirimize şiirler, denemeler yazdık. Öyle bir zaman geldiki nasip kuşumuz birlikte havalandı. İkimiz de aynı hafta içinde İstanbul’a taşındık. O Vefa Lisesine edebiyat öğretmeni olarak atandı. Bense efkaftaki memuriyetimden istifa edip İstanbul’a ticaret yapmaya gittim. İstanbul’da yaşadığım dönemlerde “birbirimizi kontrol edelim, puanlarımız 70’in altına düştüğünde birbirimizi uyaralım” demişti. Allah’a şükür ikimiz de bu puanın altına düşecek kadar birbirimizden uzaklaşmadık.
İstanbul’u terkederken haber vermeyecektim. Biliyordum ayrılık zor olacaktı. Esenler otogarında otobüse bindik yanımda Mustafa Ökkeş Evren var. İstanbul’u çıkıncaya kadar benimle konuşma dedim. Otobüs hareket edince gayri ihtiyari otobüsün penceresinden dışarı baktığımda Bestami ağabey otogara gelmiş ve bana el sallıyordu. Ben memlekete dönüyordum ama yüreğimi de yanımda götüremiyordum. Harem otogarına geldiğimizde Mustafa Ökkeş Eren; “simit ister misin” deyince neye uğradığımı şaşırdım. Hani İstanbul’u çıkıncaya kadar benimle konuşmayacaktın dedim. Tılsım bozulmuştu birkere İstanbul hayalim birden bire tuz buz olmuştu.
Bestami ağabey ile attığımız dostluk, kardeşlik, arkadaşlık köprüsünün üzerinden tamı tamına 36 yıl geçmiş. Çok şükür hâlâ köprü tamirat bile görmedi.
O İstanbul’da, ben Kahramanmaraş’ta hâlâ 70 puanın üzerinde bir puanla yalancı dünyanın nimetlerinden faydalanıyoruz.
Ne mutlu dostluğun, kardeşliğin, arkadaşlığın kadrini yılları yılların üstüne ekleyerek sürdürenlere…
Kaynak: ATMACA Tayyib, “Bestami Yazgan”, (Ed. Hüseyin UZEL), Konuştuğumuz Dile Serenat 7 – “Gülü İncitmeyen Gönül / Bestami Yazgan”, Türmatsan, 2018, s.29-30.